24 Mart 2016 Perşembe

Önüne Yatılası Gruplar: The Last Shadow Puppets


TLSP
Şu hayatta albümlerini baştan sona hatmettiğin grupları say deseniz The Last Shadow Puppets'sız bir liste çıkaramam. 2008'de The Age of The Understatement çıktığında herhalde epey bir süreyi albüme methiyeler düzerek geçirmişimdir. Hele bir de "kalabalığın içinde yalnızlık" tribine girdiğim hazırlık seneme denk geldiğinden çoğu zaman fon müziği olmuştur.

Bu tek albümlük projenin arkasında artık bir ikon olmuş Alex Turner ve onun biricik kankası Miles Kane var. Özellikle Alex Turner'ın şarkılarda yakaladığı ivmeye bayılıyorum ama bence albümün bu kadar güzel olmasının ve patlamasının sebeplerinden biri de yaylıların alametifarikasıydı.

Neyse şimdi 8 sene sonra biz gene albüm yapıyoruz dediklerinde bana bir titreme geldi haliyle. Everything You've Come To Expect önce iki şarkıyla servis edildi ama bence ikisi de bir halta benzemiyordu. Albümün bütününün de ilk albümle yarışamayacağını düşünüyorum. İkilinin de zaten böyle bir çabaya girmediğini röportajlarını okuyunca anladım. İlk albümde sözlerle melodiye ekstra önem verirken şimdi anlatacak hikayelerin o kadar da önemli olmadığını düşünüyoruz demişler.

Röportaj demişken 8 Mart dünya kadınlar gününde SPIN Magazine enteresan bir TLSP röportajı yayınladı.

bromance
Rachel Brodsky'ın ikiliyle röportajı, aslında kadına şiddet ve taciz gibi bizim milletin üzerine master yaptığı bir konuya yazılacak makaleye giriş anektodu gibi kalmış. Başından sonuna Miles Kane'in yersiz şakaları, bakışları, oluşan havayı dağıtmak için gazetecinin sorduğu "Ee bugün başka neler yapacaksınız?" sorusuna "ehehe odama gelmek ister misin?" gibi liseli ergen cevapları ortama limon sıkmış. Üstüne tam ayrılacakları sırada uzatılan eli kendine doğru çekip yanaklarından öpünce Kane, iki yabancının ilk tanıştıkları sırada korunması gereken kişisel sınırı birazcık(!) aşmış. Belki son jesti normalde garip karşılanmazdı ama belli ki öncesinde rahatsızlık duyulacak bir taban hazırlamış. Miles Kane daha sonra gazeteciye bir özür metni yollamış ve onu rahatsız eden davranışları için utandığını belirtmiş.

Yazının altındaki yorumlar "off grup röportajı diye geldik küçük kızımızın mızmızlanmalarını okuduk lanet olsun" tarzında olunca da ister istemez bazı duyguların ve tepkilerin ne kadar evrensel olduğunu düşünüyorsunuz.

Bu arada albümden gelen  3. şarkı Aviation benim tam 8 senedir beklediğim TLSP  havası. Everything you've come to expect ile birlikte iki klip aynı yerde, aynı oyuncularla muhtemelen aynı gün beraber çekilip prodüksiyonu ucuza kapatmışlar.





hahaha favori commentlerimden

Aviation albüm üzerine beklentimi arttırmadı desem yalan olur. En azından bu havada bir iki şarkı daha olsa bari.

13 Mart 2016 Pazar

we all lose 21 grams

21 Grams
Alejandro González Iñárritu'nun kesişen hikayelerde 2. round'u.  Neden bu kadar bekledim ben de bilmiyorum. Bu üçlemede ilk Amores Perros'u daha sonra Babel'i izledim. Babel bence çok uzundu ve artık bu tarzın suyu çıkmıştı. Amores Perros'dan sonra en çok beğendiğim filmi 21 Grams oldu.
Biutiful
Biutiful da kesişen hikayelerden sonra çekilen ilk film olmuştu. Bu film birazcık kısa olsa belki daha iyi olurdu. Bir sürü şey anlatmaya çalışmış ama sığ kalmış. Javier Bardem'in oyunculuğu filmi taşıyor.

***
Sanırım bütün Iñárritu filmlerini de izlemiş oldum. Bir liste yapayım dedim ama açıkçası Amores Perros ve 21 Grams'den sonra neyi koyacağımı bilemedim. Babel hikaye bakımından iyi ama üçlemenin en zayıf halkası. Biutiful'un da özellikle polisten kaçış sahnesini ve Barselona'nın çirkin yüzüne odaklanışını sevdim ama havada kalan, filmden çıkarılmaya kıyılamamış bir şeyler vardı. Birdman ve The Revenant'ı da çekim teknikleri ve görsellik bakımından başarılı bulsam da hikaye olarak beni yer yer sıkmıştı ve ikisinin de şişirilmiş filmler olduğunu düşünüyorum. Bakalım bu kadar pohpohlanmadan sonra ortaya ne çıkacak.

A Streetcar Named Desire
10 üzerinden 10. Oscarlarda en iyi aktör hariç bütün oyuncu ödüllerini toplamış harika bir film. Akademinin malon brando'yu kadro dışı bırakırken vicdanı hiç sızlamadı mı acaba? Vivien Leigh'in muhteşem Blanche DuBois'sı... Normalde eski dönem filmleri izlerken biraz dikkatim dağılır ama ben A Streetcar Named Desire'ı kült listeme ekledim. 

***
today is my birthday! I've realized that it's so overrated.

5 Mart 2016 Cumartesi

Once in a Lifetime

Man on Wire


1974 yılında aklını kaçırmış bir ip cambazı olan Fransız Philippe Petit, çoktan tarihe karışmış ikiz kulelerin arasında yüz yılda bir olabilecek yürüyüş yaptı. Hem de hiçbir güvenlik önlemi olmadan. Man on wire işte bu tarihi olayın üzerine, gerçek karakterlerle yapılmış röportajları ve görüntüleri içeren bir belgesel. 2009'da en iyi belgesel Oscar'ı olmak üzere varı yoğu toplamış. Ancak izleyebildim ve çok geç kalmışım. Baştan sona belgeselden çok fiction film gibi, bu da yönetmenin elindeki belgeleri ve canlandırmaları çok başarılı bir şekilde editlemesinden ve müziği yerinde kullanmasından dolayı. Tam 460 metre yükseklikteki gökdelenlerin üzerinde hayatla ölüm arasında bir çizgide yürümüş bu adam. Belgesel boyunca ikiz kulelerin yükselişini, Petit'in de aynı hızda yükselen tutkusunu, onun bu tutkusuna soru işaretleri olmasına rağmen tam destek olan arkadaşlarını izliyorsunuz. İzlerken "Vay be" dedim. Üst düzey güvenlik önlemleriyle bu işi yapmak kolay ama bu? Bu nasıl bir delilik, buna şahit olabilmek nasıl bir şans!

  

Yürüyüşün ardından gelen şöhret Petit'in ve arkadaşlarının arasındaki bütün dengeleri bozmuş. Zaten Petit'in kendisini anlattığı kısımlarda ego ekranı kaplıyor. Onlar olmasa bu yürüyüşü gerçekleştiremeyeceği apaçık ortada. Sonradan tanıştığı Amerikalıların hepsi korkudan onu yarı yolda bırakmış ama Petit ekibine sırtını dönmüş. Bu zamana kadar da bu işin ekmeğini yemiş hala da yemeye devam ediyor.

Bu yeterli gelmemiş olacak ki bir de Joseph Gordon Levitt'li filmi çekildi aynı hikayenin. Onu izlemedim valla.

Room
Asrın sapığı olarak geçen Joseph Fritzl'in öz kızını 24 yıl bir odaya kapatarak tecavüzünden ilhamla(!) yazılmış kitap Room tabi ki de beyazperdeye aktarılacaktı. Filmle ilgili söyleyeceğim tek şey biri Oscar'ı alıp Jacob Tremblay'e verebilir mi? Brie Larson'la arasında güzel bir elektrik olmuş. Keşke küçük oyuncular hiç büyümese. Ben filmde bir süre uyuklamış olabilirim, evet.



Larson'ın indie star dönemi. Metric'den daha başarılı ki Metric'i de az dinlemedim.

The Lobster
İşte gerçekten ödüllük bir film. Biraz da The Lobster konuşulsun, onun mizahi sahneleri ön plana çıksın. Çift olmanın zorunlu olduğu bir gelecekte eşi olmayanlar bir otele kapatılır ve belli bir süre içerisinde partnerlerini bulmazlarsa bir hayvana dönüştürülürler. Lanthimos'un Dogtooth filmini de çok beğenmiştim. İçinizdeki saykoyu ortaya çıkarıyor. Hikaye kıtlığı falan var diyorlar da biraz şu yönetmenden feyz alın. Weird but worth seeing.